“Beni hor görme gardaşım
Sen altınsın ben tunç muyum?
Aynı vardan var olmuşuz
Sen gümüşsün ben sac mıyım?”
Aşık Veysel
Yıl 1993, aylardan Temmuz’un 2’si, günlerden Cuma…
Kara bulutlar çökmüştü Sivas semalarına.
Turnalar uçmaz olmuştu.
Ozanlar diyarında sessizliğin çığlığı yırtıyordu göğü.
Issızlığın ortasında yükseliyordu alevler.
Kara vicdanlı birileri akın akın geliyordu.
Gözlerinde kan ve kin, dillerinde din.
“Yakın, yakın.. Allah’ın ateşi ne de güzel yakıyor” diye haykırıyor acı dilleri…
Kor ateş kan içindeydi.
Yakan kimdi, yakılan kim?
Ateş kimin ateşiydi?
Yakan kara vicdanlı, kara yürekli, kara yüzlü zındıklar!
Yakılan Hakk aşkıyla ateşe semah duranlardı!
Tam 33 can cayır cayır…
33 Hakk aşığı…
Anadolu’nun aydınlık insanlarını ateşe vermişti; cübbeli, kara sarıklı, kırpık sakallı, kara yüzlü cellatlar…
Canlar semah dönüyordu.
Ay gibi
Güneş gibi
Turna gibi
Bütün evren gibi…
33 yerinde yandı yüreğim,
Tenim 33 yerinden dağlandı…
Gah Hasret oldum, Gah Muhlis Akarsu..
Gah Koray oldum, Gah Menekşe Kaya…
Gah Nesimi oldum, Gah Metin Altıok…
Gah çıktım gökyüzüne seyrettim alemi
Gah indim yeryüzüne seyretti alem beni…
SESSİZLİĞİN ÇIĞLIĞI
Sonra bir ana yüreğinin çığlığı patlatırcasına kulağımın zarını.
Taa derinden, yüreciğinin içinden bir çığlıktı bu:
“Kardeşim memleketine gitti, dönmedi. Niye dönmedi? Gelmedi !”
“Ama Çok Kötü Bir Şey Oldu”!
Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu, Madımak Hafıza Merkezi işte bu çığlığı bizim, hepimizin yüreğine nakşetsin diye bir belgesel film yaptı.
Bu belgeselde yoğun emek veren canlar; 33 canın, 33 ananın çığlığını 8 milyar insanoğluna anlatmak için yola revan oldu.
Kor ateş yangınının nasıl bir yara açtığını, o insan kokan kara dumanı hissetsin diye…
Şimdi artık söz insanlıkta..
Ey insanlık!
Duyabiliyor musun bu ana yüreğinin çığlığını?
Hissedebiliyor musun? Görebiliyor musun? Algılayıp, anlayabiliyor musun?
Türkiye’de, Sivas’ta, Madımak Oteli’nde 33 can diri diri yakıldı!
O sessizliğin çığlığını duyabildin mi?
Yoksa tıkadın mı yüreğinin kulağını?
Hayy Hakk!
DEVLET NE YAPTI?
2 Temmuz 1993 tarihinde iktidarda SHP-DYP hükümeti bulunuyordu. Tansu Çiller başbakandı. Erdal İnönü başbakan yardımcısı. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Sivas Emniyet Müdürü Doğukan Öner, Sivas Valisi Ahmet Karabilgin idi. Hiçbiri bu katliamın hesabını vermedi.
Hatta dönemin Başbakanı Tansu Çiller, insanlık dışı bir açıklama yaparak, “Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir.” ifadelerini kullanabildi.
Hükümet Konağı’nı taşlamaya ve slogan atmaya başlayan saldırganlar, ardından Madımak Oteli’ne yürürken “Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu, Sivas’ta yıkılacak” gibi sloganlarla devlete ve rejime yöneldi. “Kahrolsun laiklik!”, “Müslüman Türkiye!”, “Yaşasın Şeriat!” sloganları atıldı.
UTANÇLA ANILAN KARA LEKE
Son olarak tarihin kara sayfalarına yazılacak bir karara imza atan devletin adalet kurumu firari sanıklar Murat Sonkur, Eren Ceylan ve Murat Karataş’ın yargılandığı davada savcı 30 yıllık zamanaşımı süresinin dolduğu gerekçesiyle davanın düşürülmesini talep etti. Sivas Katliamı’na ilişkin firari 3 sanığın yargılandığı son davada karar çıktı. Mahkeme heyeti, davanın düşmesine karar verdi.
Üstüne üstlük Sivas Katliamı hükümlüsü Hayrettin Gül Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın affıyla, Resmi Gazete’de yayımlanan kararla serbest bırakıldı.
Gerek İnsan Hakları Evrensel Bildigesi’nde, gerekse TCK’ya göre insanlığa karşı işlenen suçlarda zamanaşımı olmaz. Bu suçlardan dolayı yargılama her zaman yapılabilir ve verilen ceza da mahkum edilen ölünceye kadar infaz edilebilir (TCK m. 77/4).
31 YILDIR SÖNDÜRÜLMEYEN ATEŞ
Sivas’ta 2 Temmuz 1993’te Madımak Oteli’nde gerçekleştirilen katliam, Türkiye tarihinin acıyla ve utançla andığımız kapkara bir lekesidir.
Katliamın üzerindeki karanlık perde; aradan geçen 31 yıla rağmen hala aralanamamıştır. Devletin söndürmediği Madımak ateşi, hala yürekleri yakmaya devam ediyor. Olayın gerçek failleri açığa çıkarılmamıştır. Katliamının sorumluları yargılanamamıştır. Katiller, dava zaman aşımına uğratılarak özgür bırakılmıştır.
2 Temmuz 1993 Sivas Katliamı’nda ne oldu? Madımak Oteli’nde neler yaşandı?
“İnsancıl insanlar barıştan yana
Ancak zalim olan kıyar insana
Barış aşkı yayılmalı cihana
Barış güvercini uçsun dünyada…”
Aşık Nesimi Çimen
Sivas’ta 2 Temmuz 1993 tarihinde yaşanan olayın üzerinden 31 yıl geçti. Yazar, sanatçı ve semah dönen gençlerden oluşan 33 kişi Sivas’ta kaldığı Madımak Otel’inde yakılarak öldürüldü. Olaylar sonucunda 2 otel görevlisi ile 2 gösterici de ölmüş ve toplamda 37 kişi yaşamını yitirmişti.
2 Temmuz 1993’te Sivas’ta Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Pir Sultan Abdal Derneği işbirliğiyle düzenlenen Pir Sultan Abdal Anma Etkinlikleri çerçevesinde bir dizi kültürel faaliyetler, paneller ve söyleşiler yapıldığı sırada, Türkiye’de infial yaratan bir katliam gerçekleşti. Madımak Oteli ateşe verildi, otelde konaklayan 33 aydın, sanatçı, şair, ozan ve yazar vahşice yakılarak katledildi. Sivas’ta o kara günde kara vicdanlı güruhun sözcüleri olan sağ eğilimli yerel basın Hürdoğan, Bizim Sivas, Yeni İlke, Taraf gazeteleri attıkları manşet haberleri adeta katliama çağrı yaptılar.
“Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu, Sivas’ta yıkılacak.”diye nara atan yobaz sürüsü 2 Temmuz 1993 Cuma namazından sonra Ulu Cami Kale Cami ve Meydan camilerden boşalan yobazlar daha sonra, “Sivas Laiklere Mezar Olacak”, “Yaşasın Şeriat”, “Sivas Dinsiz Aziz Nesin’e Mezar Olacak” sloganları atarak ilkin Sivas Valiliğine yürüdüler. Sonra birilerinin haber vermesi sonucu Madımak Oteli’ne yöneldiler ve oteli ateşe verdiler.
Katliam öncesinde devlet yetkilileri oteldeki canlara ve devlet ile görüşen Alevi kanaat önderlerine her seferinde “Korkmayın her türlü önlem alınmıştır” diyerek başından savmıştır.
Sekiz saat kurtarılmayı bekleyenler adına Arif Sağ, dönemim SHP milletvekili Cevdet Selvi’yi, Adalet Bakanı Seyfi Oktay’ı, İstanbul eski belediye başkanı Nurettin Sözen’i arayarak, saldırının korkunçluğunu anlatır ve bir an önce önlem alınmasını ister. Otelde bulunan Aziz Nesin, dönemin Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü’yü ve Çalışma Bakanı Mehmet Moğoltay’la görüşerek can güvenliklerinin sağlanmasını ister. Ulaşılan her yetkili ve Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü, “Korkmayın. Her türlü önlem alınmıştır” der.
Bu vahşet karşısında devlet kör oldu, sağır oldu. Lakin devletin temsilcilerinin acı dillerinde dökülen yalan yanlış sözler toplumun vicdanını çok yaraladı.
Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel “Halk tahrik sonucu galeyana gelmiştir.” diyecek kadar basiretsiz bir konuşma yaptı.
Dönemin Başbakanı Tansu Çiller “Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir.” diyerek zalimden zalim olmuştur.
31 yıldır süren bu davada gerçekler ortaya çıkmadı, katliamın gerçek suçluları yakalanıp hesap vermedi. Sivas Katliamı ana davası 2012 yılında zaman aşımına uğratıldı.
2 Temmuz 1993’te Sivas Madımak Oteli’nde 33 kişinin yanarak hayatını kaybettiği katliama ilişkin son dava, Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü.
Firari üç sanık ağırlaştırılmış müebbet hapisle yargılanıyordu.
Oysa insanlığa karşı işlenen suçlar zamana aşımına uğratılmayacağını TCK hüküm altına almıştır.
31 yıldır süren bu davalarda gerçekler ortaya çıkmadı, katliamın gerçek suçluları yakalanıp hesap vermedi.
Lakin Alevi toplumu ve ülkemizdeki demokrasi güçleri her yıl Sivas’a gelerek “Unutmadık, Unutturmayacağız.”, “UnutMADIMAKlımda” şiarlarıyla Madımak Katliamını hep bir ağızdan lanetliyorlar.
2012 yılına kadar devam eden ve Sivas Davası olarak bilinen katliam davasında ise; cezasızlık politikası ile karşı karşıya kalan Alevi toplumu tepki göstermektedir. 15 bin saldırgan olduğu söylenirken sadece 124’ ü hakkında dava açıldı. Dava sanıklarından Ali Kurt ve Mevlüt Atalay pişmanlık yasasından yararlanmak için mahkemeye yaptıkları başvurularında olayda Hizbullah, İslami Hareket Teşkilatı ve Kaplancılar gibi örgüt bağlantılarını anlattılar, ancak mahkeme “olayda örgüt yok” dedi. Olay sonrası tutuklanan 124 saldırgandan birçoğuna hafif cezalar verilerek, ağır tahrik indirimleri uygulandı. 33 sanık hakkında idam cezası verildi ancak bu ceza, sonrasında müebbet hapse çevrildi. İdam cezası alan sanıklardan 8’i 1997 yılında tahliye edildi ve bir daha yakalanmadılar. Mahkeme 2012 yılında, yakalanmayan 7 saldırgan hakkında zamanaşımı nedeniyle kamu davasının düşürülmesine karar verdi ve dosyayı kapattı. Davada firari üç sanık yurtdışında olduğu için dosya kapatılamadı; dava Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmeye devam etti. Üzerinden 30 yıldan fazla geçmesine rağmen hala tam olarak aydınlatılmamış olan bu katliam davasının Zamanaşımına uğratılması insanlığa karşı işlenmiş bir suçun örtbas edilmesidir.
Bunca hukuksuzluk yetmezmiş gibi; katliamın adresi, 33 insanın yakılarak katledildiği Madımak Oteli’nin Utanç Müzesi yapılmasına izin vermeyenler, katliam sırasında ölen iki saldırganın adını içeren “Bilim ve Kültür Merkezi” adıyla kullanılmasına ve katliamın kutsanmasına izin vererek, bir kez daha insanlık vicdanını kanatmış ve taraflarını belli etmişlerdir.
Çorum Katliamı
28 Mayıs 1980 günü faşist saldırılarla başlayan Çorum Katliamı 10 Temmuz 1980’e kadar devam etti. Saldırılarda 57 Alevi yurttaş yaşamını yitirirken 300’e yakın yurttaş da yaralandı. 300’e yakın ev ve işyeri ise tahrip edildi.
27 Mayıs 1980 günü MHP’li bakanlardan Gün Sazak’ın öldürülmesinin ardından Çorum’da ırkçılar saldırıların fitili ateşlendi. Ancak, Maraş Katliamının etkisiyle halkın sokaklara barikatlar kurarak kendilerini savunmaları sonucunda o gün saldırganlar istedikleri sonucu alamadı.
ALEVİLERİN VE SOLCULARIN EVLERİNE SALDIRI
1 Temmuz 1980 Çorum’da ırkçıların yeniden saldırılara başlaması sonucunda yer yer çatışmalar yaşandı. Alevi ve sol görüşlü yurttaşların evlerine girişilen saldırılarda 4 kişi yaşamını yitirdi. Artan saldırıların ardından 2 Temmuz sabah saat 06.00’da başlamak üzere Çorum’da yeniden sokağa çıkma yasağı ilan edildi.
2-3 Temmuz günleri sokağa çıkma yasağına rağmen, saldırganlar bombalı ve silahlı saldırılarını sürdürdüler. Olaylarda 3 kişi daha öldü ve 5 kişi yaralandı. Irkçılar çok sayıda işyerini ateşe verdiler. Her yerde arama yapılmasına rağmen, saldırganların üs olarak kullanıldığı mahallelerde güvenlik kuvvetleri hiçbir arama yapmadılar.
KÖYLÜLERDEN PROTESTO EYLEMİ
Öte yandan 2-3 Temmuz günlerinde Çorum’un Alaca ilçesinde de bin kişilik bir grup saldırıya geçerek 50 işyerini tahrip etti ve 8 kişiyi yaraladı. Mecitözü’ndeki olaylarda da Hisarkavak köyünden bir kişi tabancayla vurularak öldürüldü, 3 kişi yaralandı. Hisarkavaklılar ilçeye gelerek protesto gösterilerinde bulundular.
SALDIRGANLAR 4 TEMMUZ’DA TOPYEKÜN SALDIRIYA GEÇTİ
4 Temmuz Cuma günü saldırgan güruh, Çorum’da sokağa çıkma yasağı kaldırıldıktan sonra uzun menzilli silahlar ve bombalarla topyekün bir saldırıya geçtiler; ikinci bir Maraş katliamı yaratmayı amaçladılar. Önceden planladıkları saldırılarla Çorum bir savaş alanı oldu.
CAMİ BOMBALANDI YALANI
Cuma günü olaylar, TRT’nin Milönü Mahallesi’nde bulunan Alaaddin Camisinin bombalandığı ve kurşunlandığı şeklinde yalan haberleri yaymasıyla doruk noktasına çıktı. TRT Çorum muhabiri bu haberi kendisinin yapmadığını söylese de, TRT polis kaynaklı olduğunu söylediği haberde ısrar etti. Aynı anda bütün camilerde benzer propagandalar yapıldı. Camilerden boşalan vatandaşların büyük bir kısmı haberin yalan olduğunu anlayınca faşistlerin peşinden gitmedi. Ancak, “Komünistler camileri yakıp yıkıyor” söylentileri şehirde yoğun bir şekilde işlendi ve bir kısım yurttaş tahrik edildi. Sigortaevleri, Terlemezevler semtlerinde başlayan olaylarda bazı polisler de kalabalık faşist topluluklara öncülük ettiler. Gösteri ve saldırılar daha sonra sol görüşlü kişilerin oturduğu mahallelere yayıldı ve yüzlerce ev çıkarılan yangınlar sonucu hasar gördü. Saldırıların yöneldiği semtlerde, faşistlerle halk arasında yoğun çatışmalar oldu.
Çorum’da saldırılarda 57 Alevi katledilmiş, 300’e yakın yurttaş ise yaralanmıştı. 300’e yakın ev ve işyeri de tahrip edilerek yıkılmıştı.
Maraş Katliamı
19 Aralık ile 26 Aralık 1978’de yaşanan ve 100’den fazla kişinin hayatını kaybetmesine, yüzlerce kişininse yaralanmasına sebep olan ‘Maraş katliamının’ üzerinden 47 yıl geçti.
1978’de Maraş’ta yaşanan olaylarda resmi rakamlara göre 100’den fazla kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı, 210 ev, 70 işyeri tahrip edildi. Resmi olmayan beyanlara göre ise hayatını kaybedenlerin sayısı 500’ün üzerindeydi. Katliamla ilgili 804 kişi hakkında dava açıldı; sanıklardan 29’u idam, 7’si müebbet hapisle, 321 kişi de 1-24 yıl arasında hapisle cezalandırıldı.
Olaylarda Alevilere ait 200’ün üzerinde ev yakıldı, Yüze yakın işyeri tahrip edildi. Yirmi üç yıl süren davalar sonunda 22 kişi idam, 7 kişi müebbet hapis, 321 kişi de 1–24 yıl arasında ceza aldı. Katliamda önemli rol oynayan 68 kişiye ise ulaşılamadı.
Maraş’ta yaşanan katliam 12 Eylül darbesine sebep olan olaylardan biri olarak görüldü. Millî İstihbarat Teşkilatı’na göre olayların başlamasında “Türk-Kürt meselesi” de etken olmuştur.
Siyasi nedenlerle körüklenen Alevi-Sünni tartışmasının Kahramanmaraş’ta gerginliği tırmandırdığı bir dönemde, 19 Aralık’ta kentteki Çiçek Sineması’na, o dönemin ender milliyetçi filmlerinden biri olan, Cüneyt Arkın’ın başrol oynadığı Güneş Ne Zaman Doğacak’ın gösteriminde, saat 21:00’de patlayıcı madde atılması olayların fitilini ateşledi.
Bu bombanın Ülkücü Gençlik Derneği Kahramanmaraş şube başkanı Mehmet Leblebici ve ikinci başkan Mustafa Kanlıdere’nin talimatları ile ülkücü bir genç olan Ökkeş Kenger tarafından atıldığı iddia edildi.
Bunun üzerine kalabalık sağcı bir grup ile Türkoğlu ilçesinden gelen bir grup ülkücü Cumhuriyet Halk Partisi il merkezine, PTT ve Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği (TÖB-DER) binalarına saldırdı.
Olayların büyümesi üzerine o zamanki Kahramanmaraş valisi Tahsin Soylu kente askeri güç gönderilmesini istemiş, ancak talebi uygun görülmemiştir.
24 Aralık’ta saldırıların güvenlik görevlilerine yönelmesi üzerine, halkla çatışmayı önlemek gerekçesiyle kentteki bütün polisler görev dışı bırakıldı. Sünni kesim bundan istifade ederek Aleviler üzerindeki baskılarını arttırdı. Kentte durum kontrolden çıkarken, il genelinde kaos ortamı oluştu.
Bir hafta süren karşılıklı saldırıları önlemek amacı ile kente, Kayseri ve Gaziantep’ten askeri birlikler gönderildi.
Çoğunlukla sağ ve aşırı sağ görüşlü olarak nitelenen toplam 804 kişi hakkında dava açıldı. Sıkıyönetim mahkemelerinde açılan davalar 1991 yılına kadar sürdü. Sanıklardan 29’u idam, 7’si müebbet, 321’i de 1-24 yıl arasında hapis cezalarına çarptırıldı.
İdam ve müebbet dışında hapse mahkum edilenlere 1/6 oranında indirim uygulanarak cezalar azaltıldı. Sıkı yönetim mahkemesinin idam kararları da Yargıtay tarafından bozuldu.
Katliamın müdahil avukatları Ceyhun Can 10 Eylül 1979’da, Halil Sıtkı Güllüoğlu 3 Şubat 1980’de ve Ahmet Albay 3 Mayıs 1980’de öldürüldü.
Hapse mahkum edilenlerin cezaları ise 1991 yılında çıkarılan Terörle Mücadele Kanunu ile ertelendi. Hükümlülerin cezalarının ertelenmesinin ardından serbest bırakıldı.
Malatya Katliamı
Yıl 1978, günlerden 17 Nisan’dır. 1920’den bu yana sağın hakim olamadığı Malatya’da Hamit Fendoğlu ile sağcılar ilk kez belediyeyi kazanmışlardı. Maraş’taki faşist provokasyon burada da devreye girmiş, gerici güruh, kendi belediye başkanlarına bombalı paket göndererek katledilmesi ile start almıştı Diğer katliamlarda olduğu gibi ilerici, demokrat insanların ve kurumların, işyerlerinin, Alevilerin evleri önceden işaretlenmişti.
18 Nisan 1978 Salı. Sabahın erken saatlerinden itibaren kente, komşu il ve ilçelerden, köylerden akın akın insan gelmeye başlamıştı. Gelenlerin bir bölümü belediyenin önünde, diğer bir bölümü de Samanpazarı’nda toplandı. Toplananların sayısı kısa sürede on bini aştı. Çoğu 15-20 yaşlarında gençlerdi. Ellerinde özel hazırlanmış sopalar, zincirler, nacak gibi saldırı aletleri bulunuyordu. Yüzleri maskeli olan çok sayıda kişi de toplanan grupların önüne geçtiler. Bir kol, Cezmi Kartay Caddesi’ne yöneldi. Burada bulunan işyerlerinin çoğunluğu Alevilere aitti. Bir kol, Fuzuli Caddesi’ne, bir kol Akpınar, Yoğurtpazarı, Mısırlı Çarşısı ve eski Halep Caddesi’ne; bir kol da Turan Emeksiz Caddesi’ne doğru ‘Kahrolsun Komünizm!’, ‘Katil Ecevit!’, ‘Müslüman Türkiye!’, ‘Dan dan Hamido’ya intikam!’ sloganlarıyla yürüyüşe ve saldırıya geçtiler.
Göstericilerin önünde bulunan maskeliler, solcu ve Alevilere ait önceden işaretlenmiş işyerlerini göstererek tahrip ettiriyor, arkasından gaz dökerek yakıyorlardı. Yanan yağların, mobilyaların, halıların, deterjanların kokusu ve dumanı tüm Malatya’yı sardı.
MASKELİ KATİLLER İŞ BAŞINDA
Yeni katılanlarla göstericilerin sayısı 20 bine yaklaşıyordu. Denetim elden çıkmıştı. Artık kimin ne yaptığı bilinmez olmuştu. İşaretlenmiş işyerleri ve konutlar tahrip ve yağma edilerek ateşe veriliyordu.
Ortaklıkta başlarında maskeliler olduğu halde, ellerinde benzin bidonuyla dolaşan on binlerce saldırgandan başka kimse yoktu. Güvenlik güçleri de yoktu. Yalnızca jet uçakları alçaktan uçarak ve sesleriyle saldırganları caydırmaya çalışıyorlardı. Ancak bu bir işe yaramamıştı. Sokaklara dökülen eşyalar alev alev yanıyordu. Cadde ve sokaklar buzdolapları, mobilyalar, televizyon ve radyolar, içki şişeleri, yağ kutuları, kumaşlar, ayakkabılar, sebze ve meyveler, cam parçaları, kapı ve pencere kırıkları, gaz tüpleri, devrilmiş otolardan geçilmiyordu. İçin için yanan eşyalardan yükselen ağır ve değişik kokular ve kara duman göz açtırmıyordu. Ateşi söndürmeye gelen itfaiye araçları, hortumları kesilmiş olarak sokaklarda bekletiliyordu.
SALDIRGANLAR ALEVİ MAHALLELERİNE YÖNELİYORLAR
Şehir merkezinde sağlam yer kalmamış ve saldırganların da işi bitmişti. Bu kez mahallelere yöneldiler. Rastladıkları genç kızlara sarkıntılık etmeye, yaşlı kadınları dövmeye başladılar. Bu ortamda nereden geldiği bilinmeyen bir kurşun, saldırganlar arasında bulunan İnönü Üniversitesi öğrencisi Tahir Kökçü’yü kafasından ağır yaralamıştı. Hastaneye kaldırılan yaralı kurtarılamamış, yaşamını yitirmişti. Olayları yatıştırmak amacıyla bir konuşma yapan Malatya Cumhuriyet savcılarından Necati Sezener ile Adıyaman‘dan gelen Jandarma Komando Birliği Komutanı Yüzbaşı Arif Doğan saldırıya uğradı ve her ikisi de bıçak ve kurşunla yaralandı. Kalabalık bir grup, Alevilerin yoğun olduğu Ata (Haçova), Cemal Gürsel ve Başharık Mahallelerine doğru yürüyüşe geçti. Turan Emeksiz Caddesi’nin üzerinde bulunan yüzlerce işyeri ve evin camlarını kırarak eşyalarını sokaklara atıyor, gaz dökerek yakıyorlardı.
NACİ, SAİT VE ÖZCAN, 3 LİSELİ ÇOCUK
Çilesiz Mahallesi, Malatya’nın güneybatısında, bahçeli bir semtti. Yüzyıllardır Aleviler ve Sünnilerin iç içe yaşadığı kentin eski mahallelerinden biriydi. Yüzyıldan beri Alevilerle Sünniler iç içe yaşamaktadır. Mezhep sorunları yaşamadan ortak iş yapmışlar, az da olsa birbirlerinden kız alıp vermişlerdi. Hamit Fendoğlu’nun öldürülmesini fırsat bilenler saldırılarını bu semte de yönelttiler. Çilesiz Mahallesi’nin halkı, Malatya Merkezi’ndeki saldırı olayını üzüntü ve kuşkuyla izlerken mahallenin çocukları da bahçede top oynamaktadırlar.
Saat 12.00’ye doğru bir araba, top oynayan çocuklara yaklaşır. Arabadan biri iner, ‘Naci, Sait, Özcan…’ diye ismen çağırdığı üç çocuğu arabaya alır ve uzaklaşırlar. Üçü de Alevi ailenin çocuklarıdır. Birkaç saat sonra acı haber gelir. Çocuklar önce işkence görmüş, sonra kafalarına sıkılan kurşunlarla öldürülmüştür. Cesetleri, Malatya’ya 8 kilometre uzaklıktaki Beylerderesi’nde demiryolu tüneli önünde rayların üstüne bırakmışlardır. Üzerlerinden tren geçen cesetler paramparça olarak bulunmuştur. Çocukların aileleri, katillerin bulunması için kuşkulandıkları bazı isimleri ilgili makamlara vermişler ancak dava sonuçsuz kalır.
KATLİAMIN ÖN HAZIRLIĞI GÜNLER ÖNCESİNDEN YAPILDI
Dönemin Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu’na yapılan suikastı gerekçe gösteren faşistler Bilim ve Kültür Derneği adlı kuruluş adı altında Malatya’da “Milletim Uyan” başlıklı bir bildiri dağıttı. Tarihte yaşanan diğer katliamlar gibi zemin hazırlanıyordu. Günler geçtikçe gerginlik artıyor, Alevilerin bulunduğu evler işaretleniyordu…
Bildiride şu ifadeler yer alıyordu:
“Milletini seven subay, öğretmen, memur, talebe, işçi, köylü, kendini devletin, milletin temiz ideallerine adayan değerli kardeşlerimiz, komünistler tarafından kahpece şehit edilmişlerdir. Müslümanlar bizi yok etmeye yönelen İslam ve millet düşmanlarının karşısında, müdafaa kavgasında birleşelim. İçinde bulunduğumuz zor günler bütün Müslümanları bir araya getirmelidir. Vedatlar, İbrahimler; sizlerin bıraktığınız yerden davamız daha da yükselecek, komünist katillerden intikamınız mutlaka alınacaktır.”
BELEDİYE HOPARLÖRLERİNDEN “DİN ELDEN GİDİYOR”
18 Nisan günü, Malatya’da saldırı başladığı saatlerde Belediye hoparlöründen Kuran okumaya başlanır. Kuran’ın okunmasından sonra faşist bir grubun hoparlörden yaptığı “Din elden gidiyor. Camilere de bomba konuluyor..” anonsları aralıksız akşama kadar sürmüştür. Böylece halkın dini duyguları kışkırtılarak katılımın çoğaltılmasına, saldırıların yaygınlaştırılmasına çalışılmıştır. “Güçlü devlet” in Malatya’daki temsilcileri ise bu tahriklere seyirci kalmıştır.
KATLİAM BİLANÇOSU
17 Nisan 1978 akşamı başlayan saldırı, tahrip ve silahlı çatışma, 20 Nisan akşamına kadar sürdü. Üç gün aralıksız süren katliamda 8 kişi ölmüş, 20’si ağır olmak üzere yüz kişi yaralanmış, 100 işyeri ve konut tamamen olmak üzere, toplam 960 işyeri ve konut tahrip edilmişti.
BOMBALI PAKETİN ADRESİ NÜKLEER ARAŞTIRMA MERKEZİ
Yapılan inceleme sonucu bu paketlerdeki patlayıcıların, daha önce İstanbul Üniversitesi’nde öğrencilerin üzerine atılan bomba ve ADMMA yakınlarında atılarak beş kişinin yaralanmasına neden olan bombalarda kullanılanla aynı olduğu belirlenmiştir. Bu türden patlayıcıların ancak Atom Enerjisi Araştırma Merkezi’nde yapılabileceğini belirtmişlerdir. Bunun üzerine Ankara Nükleer Araştırma Merkezi’nde arama yapılmıştır. Bu merkezde çalışanların büyük çoğunluğu Ülkü Ocakları üyesiydi. Ülkü Ocakları’nın eski Genel Başkanı Muharrem Şemsek de burada çalışmaktadır. Muharrem Şemsek ve birkaç arkadaşı gözaltına alınır ve Nükleer Araştırma Merkezi de bir süre için kapatılır. Muharrem Şemsek ve arkadaşları daha sonra mahkemece serbest bırakılır.
AMAÇ HASIL OLDU: KENTİN MOZAİĞİ DEĞİŞTİRİLDİ
12 Eylül 1980’de gelen askeri darbeden sonra, demokratlara, devrimcilere ve Alevilere yönelik baskılar yoğunlaştı. Neredeyse her gün evleri, işyerleri aramadan geçirilen bu insanlar, uyduruk gerekçelerle gözaltına alınıyor, işkencelerden geçiriliyordu. Bunca baskıyla karşılaşan demokrat, devrimci ve Aleviler, sonunda Malatya’yı terk etmek zorunda kaldılar. İş sahibi olanlar, işyerlerini günün değerinin çok altında fiyatlara satarak Mersin, Adana, İstanbul, İzmir gibi kentlere göç etmeye başladılar. Ekonomik gücü olmayanlar da köylerine döndüler. Böylece Malatya’nın etnik ve kültürel mozaiği, siyasal yapısı esaslı bir değişime uğratılmış oldu.
1966 Ortaca Katliamı ve (Türkiye) Birlik Partisi Gerçeği
1965’te Nurcuların desteğiyle iktidara gelen AP hükümeti, bu cemaate mensup İbrahim Elmalı’yı Başkan olarak Diyanet İşleri Teşkilatı’na (DİT), Cemalettin Kaplan’ı ise Başkan Yardımcılığı’na atadı. Nurcu İbrahim Elmalı, siyasi iktidardan aldığı destekle yüzyıllardır sürdürülen “mum söndü” iftirasını çağrıştıran “Alevilik sönmüştür” deme cüretinde bulunur. Bu açıklama Aleviler arasında yeni bir tepki dalgasına yol açtı. Üniversiteli Alevi öğrenciler ikinci bir bildiri yayımlayarak DİT Başkanı Elmalı’yı protesto ettiler.
Ne acıdır ki yüz yıllık cumhuriyetimizin hiçbir döneminde sorunun kaynağı olmayı tercih etmeyen Alevi toplumu siyasetin etkili bir öznesi olamamıştı. Bunun, sosyo-ekonomik açıdan pek çok nedeni vardı kuşkusuz. Ama 27 Mayıs Anayasası’nın sağladığı göreceli özgürlük zemini, köyden kente göç eden Alevilerin siyaset yapma arzusu, Alevi tepkiselliğini artıran olayların peşpeşe yaşanması, Demokrat Parti döneminde tarikat ve cemaat çevreleriyle kurulan ittifakın 1960 sonrasında Adalet Partisi çatısı altında devam etmesi gibi nedenlerle Aleviler, siyasallaşma çabası içine girdiler.
Bu noktada; Muğla Ortaca olaylarının tetikleyici etkisi olduğu söylenebilir.
ÇATLAYAN SABIR TAŞI
Muğla’nın Ortaca ilçesinde, “Ağaçeri” soyundan gelen ve Osmanlı kayıtlarında “Cemaat-i Tahtacıyan” olarak geçen Tahtacılar (Türkmen Aleviler) yaşamaktaydı.
Göç zamanında bataklık olan bu bölge, Tahtacı Alevileri tarafından kurutulur ve yaşanabilir hale getirilir. 1961 genel seçimlerinden sonra kurulan koalisyon hükümeti tarafından, Alevi olan Fevziye Köyü’ne yakın olan bir bölge, yani günümüzdeki adı Güzelyurt olan Kızılyurt Köyü, Nur Tarikatı’na bağlı Sünni cemaate ve onların şeyh-ağasına verilir.
1966 yılı Haziran’ında Fevziye Köyü’nden bir adam ve eşi odun toplamak amacıyla Kızılyurt yakınlarındaki ormanlık araziye girer. Bunu gören Kızılyurt Köyü’nden beş Sünni, “Alevilerin namusu olmaz” diyerek bu iki kişinin arkalarından gider, ardından adamı bir ağaca bağlayıp onun gözlerinin önünde eşine tecavüz eder. Adam ve eşi köye dönünce durumu anlatır. Bunun üzerine Fevziye Köyü’nün Alevi halkı, Kızılyurt ağasının mekanını basar.
Bir süre sonra olaylar büyür ve bir kısım Nurcu Kızılyurtlular “Bir Tahtacı öldüren cennetliktir” sloganları ile Ortaca merkezine yürümeye başlarlar. Ardından bu topluluk, içinde Alevilerin bulunduğu bir sinemayı basar ve burada 2 kadına tecavüz ederler. Kaçmayı başaran Aleviler kurtulur. Sinema, sahibi ile birlikte yakılır. Daha sonra bu kalabalık grup belediye binasını basarak, Ortaca’nın ilk belediye başkanı ve bir Alevi olan Ziya Çavuş’u makamında yakalar ve uzun olan saç ve sakalını keserler. Alevi düşmanı bu güruh Belediye Başkan Çavuş’a, bir kağıt zorla imzalatılarak istifa ettirilip, makamından indirilir ve yerine cemaatten bir kişiyi yerleştirirler.
Bir Alevi köyünün günlerce komşu Sünni köylünün ablukası altında kalması yurttaki tüm Alevileri tedirgin etmiştir. Bu tedirginlik siyasal iradenin sorunu ele alma tarzıyla yakından ilişkilidir. Adalet Partisi (AP) soruna sıradan bir adli vaka olarak yaklaşma eğilimindedir. CHP’nin yaklaşımı ise nüans farkıyla Alevi-Sünni farklılaşmasını reddeden bir yaklaşımdır. Alevilerin, mevcut siyasal yapılara olan güveni sarsılmış ve varolan sorunlarının giderilmesi konusundaki inancı azalmıştır.
ALEVİ GENÇLERİ ÖRGÜTLENDİ
Bu olaylar, Ankara ve İstanbul’daki üniversiteli gençler başta olmak üzere Alevi kamuoyunun tepkilerine neden olur. Bildiriler ve hükümete çekilen protesto telgraflarıyla tepkiler ifade edilir.
Kendilerini yalnız ve sahipsiz hisseden, tüm siyasi partilerin sorunlarına kayıtsız kaldığını düşünen Alevilerin partileşme arayışları işte bu süreçte hızlandı. Alevilere bu memlekette huzur yüzü gösterilmediği, sürekli ret politikaları uygulandığı ve iftiralar atıldığı gibi gerekçelerle yeni bir partinin gerekli olduğu düşünülür. Hacı Bektaş Veli Dergahı’nın Postnişi Feyzullah Ulusoy da partileşme süreci içinde yeralır.
Ortaca katliamından dört ay sonra 17 Ekim 1966’da kurulan Birlik Partisi’nin genel başkanlığına emekli İstihbaratçı General Hasan Tahsin Berkman’ın seçilmesi manidardır. Ayrıca, Milli Birlik Komitesi üyesi Sıtkı Ulay’dan, Alaattin Kıral’a, Sadettin Süataç’tan, Celil Gürkan’a ve Lütfü Gezer’e kadar çok sayıda emekli subayın bu parti içinde yeralması dikkat çekicidir. Kimi gelişmeler ve isimler, sürece bir dış müdahalenin yapıldığı iddialarını güçlendirmektedir.
BİRLİK PARTİSİ 8 MİLLETVEKİLİ İLE TBMM’DE
Birlik Partisi (TBP), 1969 seçimlerinde 8 milletvekili kazandı. Malatya Milletvekili Sami İlhan mazbatasını almak için Ankara’ya gelirken trafik kazasında hayatını kaybedince TBMM’nde 7 milletvekili ile temsil edildi. İçlerinden 5 milletvekili Demirel Hükümeti’ne güvenoyu vererek AP’nin iktidar olmasını sağlayınca yer yerinden oynadı. Parti büyük bir sarsıntı yaşadı. Güvenoyu vermeyen Sivas Milletvekili Mustafa Timisi ile İstanbul Milletvekili Haydar Özdemir parti yönetimini toplayarak bu 5 milletvekilini ihraç ettiler. İhraç edilen 5 milletvekili Hüseyin Balan, Kazım Ulusoy, Ali Naki Ulusoy, Yusuf Ulusoy ve Hüseyin Çınar Adalet Partisi (AP) saflarına katıldılar. Bu katılım Alevi toplumunda büyük bir kırılmaya ve güven duygusunu yitirmesine neden oldu. AP’ye katılan bu 5 milletvekili toplum tarafından ihanet ile suçlandı. Alevi toplumu bu ihanet karşısında siyasetten uzaklaşmaya başladı.
Birlik Partisi’nin siyaset tarzı ve söylemleri dönemin CHP’sinden çok da farklı değildi. Hatta programında “komünizmle mücadele” bile yer alıyordu. Sağ eğilimli bir yapıda başladığı siyasi yolculuğuna, Türkiye Birlik Partisi olarak Mustafa Timisi’nin genel başkanlığında demokratik sol bir politik değişimle devam etti.
SOSYALİST SOL KİTLESELLEŞİYOR
Bu yıllarda Türkiye’deki sınıf mücadelesinin yarattığı sosyalist sol hareketin kitleselleşmesi ile birçok dengenin değiştiğine tanık oluyoruz. Devlet, sıkıyönetimlerle daha totaliter bir yapıya dönüşürken; işçiler, köylüler bir kurtarıcı olarak gördüğü sosyalist sol hareket etrafında kümeleşti. Sınıflar arası mücadelenin boyutu büyüdü. Egemen sınıflar adaletli olup yönetme yetisini kaybediyordu. Geniş emekçi halk kitlesi artık eskisi gibi yönetilmek istemiyordu. Köylüler emeğinin karşılığını alamadığı için protestolar yaparken; fabrikalarda işçi sınıfı “Eşit işe, eşit ücret” talebiyle direniş ve grev yoluyla sesini yükseltiyordu. Öğrenci gençlik “Tam Bağımsız Türkiye” şiarıyla bu hareketliliğin motor gücünü temsil ediyordu.
Türkiye Birlik Partisi’nin yönetim kadrosu bu süreçte siyasi rotasını halkçı söylemlerle güçlendirdi. Ardından 12 Eylül 1980’de faşist askeri darbesinin kararıyla partinin siyasi hayatına son verildi.